Mesela, Kasım 2008'miş, Pazar sendromlu ben'in pazartesi sendromsuz halinden birşeyler patlamış çıkmış, o zamanlar daha 1,5 aydır flört ettiğim sevgilime (şimdi imzalı sevgilim olan) göndermişim yazıp.. Adam yine de benle evlendi ya helal ossun :D İşte aşağıda o yazı (yalnız ne ciddiymişim la :P)

24.11.2008
Haftanın ilk günü bugün. Pazartesi sendromu filan yoktur bende ama 2 saatlik trafik işkencesinin ardından yarım saat geç kalınca işime, insan kaynaklarından birinin gelip “geç kalmanız için bir sebebiniz var mı? Ve birine haber verdiniz mi?” demesini kaldırabilecek kadar da ermiş aşmış değilim. Kaldı ki bunun hak olduğunu da düşünmüyorum. Bir sebebim olduğunda ise haber vereceğim kişilerin üstlerim olduğu fikrini zorla da olsa kabul etmişim ve öyle de davranmaktayım. Bu sorgu sual, çalışanlara saygısızlığın hat safhada olduğu bir iş yerinde çok yadırganmamalı belki ama peki ya neredeyse tüm çalışanların birçok şeyi yadırgayıp şikayet ettiğini söylesem... Sorulacak soru şu: peki neden devam ediyorsunuz, ediyoruz? Üstelik bazılarımızın da hayalleri varken ve burada çalışıyor olmaktan çok daha farklıyken bu hayaller...
Sadece hava alıp kendime gelmek için çıktığım öğle yemeğinden dönerken, başımı öne eğip yürümek veya etrafıma bakıp da hiçbir şey görmemek yerine dikkatlice inceledim insancıkları. Herkeste bir telaş ya da kaygı veya bunların yarattığı mutsuzluk...Bir de baktım ki gülümseyenler var, nasıl sevinçle doldum o an.. lise öğrencileri... yazılısı kötü geçmiş de olsa, sevgilisi ile kavga da etmiş olsa ya da ne bileyim başka bir sebepten suratı asık olanında bile o umutsuz, kaygı dolu yüz yok.. Sadece ve en fazla sebebi o ana yakın olmuş olan bir hadisenin somurtkanlığı.. Bazı şeyleri henüz yaşamamış veya daha az farkında olmaktan ve hatta hiç farkında olmamaktan kaynaklanan o hafiflik ruhlarından taşıp yansıyor bedenlerine...
Bir de, ellerini başlarının etrafında, farkında oldukları şeyleri kovalamak için sallayıp duran, alnının ortasına iki derin çizgi koyup içindeki çocuğu kaybetmemek için oraya sıkıştırmaya çabalayan, ne kadar çok şey kaybettiğini bir süre önce anlayıp, önündeki zamana kazanabileceklerini sokuşturabilmek için hızlı hızlı adımlar atarak yürüyen, düşünürken ruhu, koşuştururken bedeni, saklamaya çalışırken kalbi yorulanlara bak... Nasıl da her hallerinden belli değil mi? Farkında olup karşı koyamamak ne kadar geçerli bir mutsuzluk sebebi aslında... Gurur meselesi bir kere üstelik...
Geçmişle pek alıp veremediğim yok ama şuan memnuniyetsizlikle yapmakta olduklarımın bir de zorunluluk haline gelmesi ince ince çiziyor içimi. Hele ki bilincinde olarak gelecekte de yine bir an durup “Geçmişle pek alıp veremediğim yok ama şuan memnuniyetsizlikle yapmakta olduklarımın bir de zorunluluk haline gelmesi ince ince çiziyor içimi “cümlesini aynen yazıyor olabileceğim düşüncesi hala “ne kadar hasar verebilirim ki artık kendime, isteklerime, hayallerime?” diyememiş olduğumu gösterir ki bu avutma, kendini kandırma katlanılır gibi değil...
Alnımın çizgileri arasına sıkıştırdığım çocukluğum da mı farkında yoksa herşeyin? Nerede cahil cesaretim, başıboş tavırlarım? Geri dönüşümlü değil miydiler? Eşiği atlatsam gelmezler mi? Kabul edip şikayet etmek değil de gerçek anlamda kabullenmek mi erdem? Yoksa boyun eğmemek mi gerçekten ne istediğini bilerek hareket etmeni engelleyen herşeye?
“Yarının bugünden daha iyi olacağı ümidiyle yetinmek yerine, hemen bugün, yarın uyandığımızda kendimizi bugünden biraz daha iyi hissetmemizi sağlayacak bir şeyler yapmalıyız.”
Başlamalıyız bir yerden? Ama nereden...küçükten veya büyükten ama başlamalıyız artık...

Eeeeh başlarım lan diyip başladım biyerden, hem de en önemli yerden.. kendimden... Başıboş tavırlarımı da salıverdim zaten alnımın ortasına sıkıştırmaya çalıştığım çocukluğum gibi, oynaşın ulan dedim kim takar.. Ohhhh..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder